Ana Sayfa Eczacılık Aidiyet, Vefa ve Sevda

Aidiyet, Vefa ve Sevda


Dr.Ünsal HEKİMAN
PharmaVision
Yönetim Kurulu Başkanı
ISPE Sağlık Bilimleri Derneği Kurucusu
ve Onursal Başkanı

W- PharmaVision Yönetim Kurulu Başkanı, ISPE Sağlık Bilimleri Derneği Kurucusu ve Onursal Başkanı,  Türk-Alman Ticaret Odası, Türkiye İlaç Sanayi Derneği, Türkiye Kimya Sanayicileri Derneği ve  KİPLAS Yönetim Kurulları üyesi olarak sizi tanıyabilir miyiz?

Ü.H.- Soyadımdan da anlaşılabileceği gibi, ailemizde doktor, diş hekimi, veteriner, eczacı gibi sağlık ile ilgili meslekler hakimdi. Babam eczacıydı, ben 5,5 yaşındayken maalesef vefat etti. Aslen öğretmen olan annem, kanunun verdiği imkandan istifade ile mes’ul müdür tutarak eczaneyi devam ettirme kararı aldı. Ben 5,5 yaşında annemle birlikte eczane kasasına oturdum, okul öncesi para üstü hesabı yapabilmeye başladım.  Benim çocukluğum ve de lise bitene kadar tüm yaz tatillerim eczanede geçti. Eczanemiz Çengelköy iskeledeydi: Ziya Hekiman Eczanesi. 1800’lü yılların sonunda bir Rum eczacı tarafından kurulmuş; daha sonra el değiştiren bu eczanede ilerde kurulacak Haver İlaç Laboratuvarı’nın ilk müstahzarları geliştirilmiş. Haver’in Kuleli Askeri Lisesi’nin arkasındaki köşkte faaliyete geçmesiyle birlikte satılan eczaneyi doktor olan Büyükbabam, o sırada Eczacılık 2. sınıfta okuyan babam için satın almış. Eczane çok eski, çok güzel bir eczaneydi; içerisi oyma ceviz dolaplarla kaplıydı. Bugüne intikal edebilseydi tam müzelik bir eczaneydi.

Aile içinde benim eczacı olmama kati bir şekilde bakılmakta ve tüm planlar ona göre yapılmaktaydı. Oysa ben İstanbul Erkek Lisesi’nde kimya öğretmenimizden çok etkilenerek bu dersi çok sevmiş ve kesinlikle kimya mühendisliği eğitimine karar vermiş bulunmaktaydım. Bu konuda özellikle annemi ikna etmem çok zor olduysa da Avusturya Graz Teknik Üniversitesi’nde Kimya Proses Tekniği Mühendisliği okudum.

Maalesef bu durumda eczanenin devamı kanunen mümkün olamadı ve satmak durumunda kaldık. Alan kişi ise eczaneyi aynı yerde devam ettirmedi ve sonuç olarak Ziya Hekiman Eczanesi o eski haliyle bugünlere gelemedi. Ve bu benim içimde bir ukde olarak kaldı.

Graz Teknik Üniversitesi’ni başarıyla bitirince asistanlık yapma imkânı oldu. Ama bir yandan da ailem Türkiye’ye geri dönmemi istedi ve ben de bir şartla geleceğimi söyledim. Türkiye’ye gelirsem üç yere müracaat edecektim ve bunlardan birinde iş bulursam kalacak, yoksa tekrar üniversiteye dönecektim, amacım doktoraya başlamak idi. İş başvurusu yapacağım yerler; BASF, Bayer ve Hoechst idi. Askerlik için geldim ve o zaman ilk olarak Hoechst’e müracaat ettim. Genel Müdür Muavini, uzun yıllar kendisiyle birlikte çalışacağım ve iş hayatımdaki manevi babam diyeceğim Dr.Kemal Kâmran Atakan’dı. Türkiye’de ilaç sanayiinin gerçek duayenlerinden biridir. Bağdat’taki ilk ilaç fabrikasını kuran, daha sonra da Roche’u Türkiye’ye getiren kişidir.
Askerliğimin bitmesine 3-4 ay kala Türk Hoechst’e iş görüşmesine gittiğimde Dr.Atakan ile tanıştım, görüşüyorduk ama görüşme sırasında içimden, “olmasa da Avusturya’ya dönsem, doktora yapsam” diye geçiriyordum. Kafamdaki bu karmaşık düşünceler nedeniyle yaratmış olabileceğim olumsuz hava sebebiyle olsa gerek, görüşme de olumsuz olarak neticelendi. Aradan 1,5-2 ay geçtikten sonra, Kırıkkale’de Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nda  askerliğimin son döneminde Hoechst’den telefon ile randevu talebi geldi.  Bir Cumartesi günü Topkapı’daki fabrikada Dr. Atakan ile 3,5 saat süren uzun bir görüşmemiz oldu. Bana Kontrol Laboratuvarı Şefliği teklif ediliyordu; ben ise kimyager olmadığımı, kimya proses tekniği okuduğumu, farklı konular olduğunu, laboratuvar çalışmalarını sevmediğimi, projelendirmeye dayalı mühendislik çalışmalarından hoşlandığımı ifade etmeye çalışıyordum.  Ancak 3,5-4 saat süren bu uzun görüşme esnasında Dr. Atakan kendi öğrencilik yıllarından başlayarak,  2. Dünya Harbi sırasında İstanbul’dan Basel’e gitmek isterken Budapeşte’de, Viyana’da nasıl mahsur kaldığını, haftalarca istasyonlarda yatmak mecburiyetinde kalmış olduğunu vs. tüm bu detaylarıyla anlatarak iş hayatında geçirdiği evreleri ve tecrübeleri izah etti.  O görüşmede kendisinden çok etkilendim ve birbirimize ısındık, aklımda olan doktorayı yapmak için Avusturya’ya dönme hayalleri uçtu, gitti. İleride sentez projeleri olduğunu, başına benim geleceğimi söyledi, anlaştık ve terhis olduğumun ertesi günü Türk Hoechst Kontrol Laboratuvarı’nda analist olarak göreve başladım, 9 ay sonra da Kontrol Laboratuvarı Şefi oldum. Sonrasında ise sentez projesi gerçekleşmedi ancak yaptığım göreve ilaveten Dr. Atakan beni sendika ilişkileri, toplu sözleşme müzakereleri gibi konularda yanına alarak, merkez firmamız Hoechst AG ile Almanca yazışma ve raporlama konularında görev verip, beni yoğun bir eğitime tabi tutarak yetiştirdi. İlerleyen süreçte hayalimdeki doktora yapma imkanını da Firmam bana sağladı, 1985-1988 yılları arasında Graz Teknik Üniversitesi’nde doktoramı tamamladım.

İçimdeki firmaya aidiyet duygusu öylesine kuvvetlenmişti ki, başka bir firmada çalışabileceğimi hiçbir zaman düşünmedim. Hoechst AG’nin de desteğini kazanarak Kalite Kontrol’dan sonra Proje Koordinasyon Müdürlüğü, Fabrika Müdürlüğü, Fabrikalar Müdürlüğü, Genel Müdürlük ve 2002 yılında gerçekleştirdiğimiz MBO projesi neticesinde ismi PharmaVision olarak değişen şirketimizde Genel Müdürlük ve Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini üstlendim, son 5 seneden beri ise sadece Yönetim Kurulu Başkanlığı görevimi sürdürmekteyim.

W- Aslında Hoechst’ün kimya sanayisine girdiği tek nokta ilaç değildi sanırım, yanılıyor muyum?

Ü.H.- Hoechst, 1863 yılında Frankfurt Höchst Kasabası’nda 3 boya ustası tasrafından “Farbwerke Hoechst” ismiyle boya fabrikası olarak kurulmuş.  Ancak ilerleyen yıllarda çok hızlı bir şekilde büyüyerek kimyanın her dalında faaliyet gösteren bir dünya devi haline gelmiş bir firmaydı.

Türkiye’ye baktığımızda, Türk Hoechst San. ve Tic. A.Ş. 1954 yılında Türkiye’ye gelen ilk yabancı firmalar arasında bulunuyor. Türk Hoechst 1956 yılında Bomonti’de ilaç imalatına başlamış, 1965’den itibaren Topkapı’da bugün de mevcut olan arazide ilaç, sentetik reçine ve masterbatch imalatlarına ilaveten merkez firması Hoechst AG’nin tüm ürünlerini pazarlayarak ülkemizdeki önemli yabancı sermayeli firmalardan biri haline gelmiş.

Yetmişin üzerinde alanda dünya devi haline gelmiş olan Hoechst AG’nin geleneklerine bağlı yönetim sisteminde yönetim kurulu başkanları eğitimleri açısından sürekli kimya kökenli olanlardan belirlenirken, 1993 yılında ilk defa bir finansçı yönetim kurulu başkanlığına getirildi. Hoechst AG’nin hissedarı bulunduğu Dresdner Bank’ta uzun yıllar görev yapmış bulunan yeni Yönetim Kurulu Başkanı Jürgen Dormann, şirketin büyüklüğüne karşın tüm faaliyetlerde karar mekanizmasının üst yönetimde tek yerde buluşması nedeniyle oluşmuş hantal yapıyı değiştirmek ve piyasa şartlarına hızlı uyum sağlayabilmek için tüm faaliyet alanlarını ayrı birer şirkete dönüştürmek ve sağlık sektörüne hizmet veren şirketler haricindeki şirketleri satmak veya rakipleri ile evlendirerek daha rekabetçi şirketlere dönüştürmek yönünde karar aldı. O dönemde bu karar, geleneklerine çok sıkı bir şekilde bağlı olan Hoechst AG ve çalışanları için anlaşılması çok güç bir stratejik değişimdi.

Hoechst AG’nin yeni stratejisinde çekirdek iş olarak belirlenen beşeri ve veteriner ilaçları ile aşılardan oluşan sağlıkla ilgili faaliyetlerde tekrar dünya lideri olabilmek için, diğer şirketlerin satışlarından elde edilen gelirlerle o tarihlerde bir Avrupa şirketinin Amerika’da yaptığı en büyük yatırım olarak belirtilen 7,1 milyar dolarlık yatırımla Marion Merrell Dow (MMD) ve ayrıca Fransız Roussel Uclaf firmaları alınarak 1997 yılında Hoechst Marion Roussel (HMR) ismiyle Hoechst AG’ye bağlı bir şirket kuruldu.

HMR, ilk yılda kuruluş hedefine ulaştıysa da, daha sonra ciro bazındaki dünya liderliğinden tekrar geriye düşmeye başlayacağı hissedilince, Fransız Rhône-Poulenc Rorer (RPR) ile evlenme kararı alındı ve %53 HMR, %47 RPR ortaklığıyla 1999 senesinde Aventis kuruldu. Daha sonraları ise bildiğiniz gibi bu şirketi Sanofi satın aldı, şirketin adı Sanofi-Aventis, ardından 2011’de Sanofi oldu.

Bu değişimler esnasında HMR oluşumunda köklü değişimler yaşandı, geleneksel Alman sisteminden vazgeçilerek  Amerikan tarzı yönetim sistemi benimsendi. Dünya genelinde toplamda 80’e ulaşan üretim tesislerinin herbiri kendi kârlılıklarından sorumlu ayrı birer şirket hüviyetine büründürülerek, hedef belirleme ve buna bağlı karar verme serbestiyesi tanındı.  Orta vadede ise ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya haricindeki fabrikaların satılması veya kapatılması, dünya piyasası için üretimin bu 5 ülkedeki tesislerde devam ettirilmesi planlanıyordu.

Hoechst Marion Roussel San. ve Tic. A.Ş.’nin Fabrikalar Müdürü olduğum o dönemde ana firma stratejisini detaylı bir şekilde değerlendirdikten sonra, bende Management Buyout (MBO) olarak nitelendirilen ‘profesyonel  yönetimin şirketi devir alması’ şeklinde bir fikir oluştu. Konuyu ilk olarak muavini olduğum Alman Genel Müdür Bay Kaiser’e açtım, önce çok şaşırdı, bir haftalık bir düşünme süresinden sonra kendisi de bu fikri benimsedi ve birlikte girişimde bulunma kararı verdik. Konuyu Frankfurt’a merkez firma yetkililerine götürdüğümüzde teklifimiz şaşkınlıkla karşılandı, şimdiye kadar bu konuda bir tecrübeleri olmadığını ifade ettiler.

W- MBO bir ilk olacaktı ve sanırım yöntem-süreç de soru işaretleri ile doluydu, süreç nasıl ilerledi?

Ü.H.- Evet, merkez firmamız yetkilileri ile uzun yıllara dayanan güven ilişkisi içinde görüşmelere başladık. Başlangıç 1998 senesindeydi, 1999 sonunda Aventis olunduğunda yönetim Fransızlara geçmişti,  şirketin merkezi Frankfurt’tan Paris’e ve Strazburg’a gitti, muhataplarımız ağırlıklı olarak Fransızlar olmaya başladı. RPR kökenli yeni yönetim geçmişte olumsuz MBO tecrübeleri olduğunu belirterek bizim projemize çok soğuk yaklaştı, uzun ve zorlu bir görüşme dönemi yaşadıktan sonra 2002 Aralık ayında Management Buyout’u gerçekleştirebildik. Şirketin İcra Kurulu üyeleri olarak Topkapı’daki mevcut üretim tesislerini Aventis’ten devir aldıkHoechst Marion Roussel San. ve Tic. A.Ş.’nin ismini de PharmaVision San. ve Tic. A.Ş.  şeklinde değiştirerek Aventis’e müşterimiz olarak imalat yapan tamamen bağımsız bir şirkete dönüştük.

W- Kendi başınıza ülkemize yeni bir firma kazandırmış oldunuz!

Ü.H.- Evet, enteresan bir gelişmeydi, bu çapta bir ‘Management Buyout’ uygulaması Türkiye’de özellikle ilaç sanayiinde bir ilkti. O dönem yabancı şirketler ülkemizdeki ilaç şirketlerini satın alırken, biz aksine yabancı şirketi yerlileştirmiş olduk.  Bu sayede işyerimiz kapanmaktan, çalışanlarımız da işlerini kaybetmekten kurtuldu. Bizi en fazla motive eden konu buydu.


W- Neredeyse 15 yıl olmuş, süreçte gelinen noktayı aktarır mısınız?

Ü.H.- Bugün itibariyle yerli ve yabancı olmak üzere otuzun üzerinde firmaya yaklaşık 100 milyon kutu/yıl imalat ile hizmet veren bir şirketiz. Firmamızda üretilen ilaçlar, iç piyasa haricinde Avrupa Birliği ülkeleri de dahil olmak üzere, sayıları otuzu aşan ülkeye ihraç ediliyor. Ancak son dönemde sektörün içinde bulunduğu duruma bağlı olarak taleplerde önemli düşüşler yaşadık.

W- Üretim yanında kendi pazarlama-satış ekibiniz var mı?

Ü.H.- Oldukça geniş yelpazede farmasötik üretim yapan bir şirketiz. İmalattan gelen kişileriz ve bildiğimiz, uzmanı olduğuna inandığımız alanda faaliyetimizi sürdürüyoruz.  Pazarlama-satış teşkilatımız yok, ruhsat sahibi firmaların ürünlerini üreten fason imalat şirketiyiz. Ana hedefimiz, yerel ve uluslararası ilaç pazarlarında güvenilen ve tercih edilen saygın üretim şirketi olma özelliğimizi geliştirerek devam ettirmek diyebiliriz.

W- Üretim hatları hakkında bilgi alabilir miyim?

Ü.H.- Farmasötik ürünlerin imali için otomasyona dayalı, bilgi işlem destekli, ileri teknolojiye sahip tesislerimiz mevcut.  Çeşitli formlarda tablet, şurup, süspansiyon, solüsyon, damla, krem, merhem, jel, emülsiyon, steril ampul ve flakon üretimlerinin yapıldığı genel imalat binası haricinde Sefalosporin ve Penisilin gruplarının herbiri için ayrı üretim binalarımız bulunmaktadır.

W- Topkapı tesisinizde 50 dönüm bir arazi var. Bunun ne kadarı kapalı alan?

Ü.H.- Toplam 20.000 m2  kapalı alan var. Kampüsümüzün içinde, belirtilen üretim alanlarına ek olarak, kalite kontrol, mikrobiyoloji ve AR-GE çalışmaları için laboratuvarlarımız, depo alanlarımız, yönetim ofislerimiz ve sosyal binamız bulunuyor.

W- 100 milyon kutu, kapasitenizin ne kadarını oluşturuyor ?

Ü.H.- 100 milyon kutu 2 vardiya üzerinden kapasitemizin takriben %75’ini oluşturuyor. Talebe göre kapasite artırımı için yatırım yapmaktan çekinmiyoruz. Sektörün sıkıntıya girdiği son seneler öncesinde senede ortalama 8-9 milyon Euro’yu bulan yatırımlar yapıyorduk. Umarız bundan sonra sektörde canlanma olur ve yatırımlarımız tekrar başlayabilir.

W- Sitenin yabancı okuyucuları da olduğunu biliyorum, ki özellikle son dönemde İsviçre’den daha fazla izleyen olmuş, oraya da biraz bilgi ulaşması amacıyla şunu sormak istiyorum: Standart belgeleriniz zaten var, peki bu standardın dışında belgeleriniz ya da sertifikalarınız var mı?

Ü.H.- İlaç imalatı yapabilmek için gerekli tüm belge ve izinler gayet tabii mevcut. Ayrıca AB’ye ihracat imalatı için gerekli olan AB-GMP sertifikasına da uzun yıllardan beri sahibiz. Bu belge 3 senelik geçerlilik süresi sonunda yapılan yeni denetimle her defasında problemsiz olarak yenilenmektedir. Zorunlu sertifikalar haricinde gönüllü olarak da birçok standard sertifikalarını ülkemizde veya sektörümüzde alan ilk firma olma başarısını göstedik. Çeşitli sertikalarımıza örnek olarak, TS EN ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi, TS 18001 İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetim Sistemi, TS EN ISO 50001 Enerji Yönetim Sistemi, TS ISO 31000 Risk Yönetimi, TS EN ISO/IEC 17025 Laboratuvar Belgesi, TS ISO/IEC 27001 Bilgi Güvenliği Yönetim Sistemi, TS EN ISO 22000 Gıda (Ürün) Güvenliği Yönetim Sistemi belgelerimizi belirtebiliriz.  Çevre konusunda  gelenekselleşen hassasiyetiyle tanınan firmamızda, mevzuata uyumu minimum şart olarak görüp, Üçlü Sorumluluk Taahhüdümüz kapsamında uygulamalarımızı sürekli geliştirmekteyiz.

Aslında ülkemiz ilaç sektörü Avrupa ortalama standardının üzerinde bir teknolojik altyapıya sahip. Üzücü olan, belki de bu nedenden ötürü AB’nin korumacılık zihniyetiyle ilaç sektörümüzün Gümrük Birliği Anlaşmasının kapsamı dışında bırakılmış olmasıdır. Bakıyoruz ilaç haricinde Gümrük Birliği Anlaşması gayet güzel yürüyor, ihracat yapılıyor. Gümrük Birliği’ne girerken şirketlerimizin Avrupa şirketleri ile rekabet edemeyeceği yönünde çekinceler dile getiriliyordu. Şimdi geriye dönüp baktığımızda şirketlerimizin rekabet ortamından kuvvetlenerek çıktıklarını görüyoruz.  Birçok sektörde Avrupa Birliği’ne ihracatımız arttı. İlaç ise Gümrük Birliği kapsamı dışında bırakıldığından, diğer bir deyişle AB Türk İlaç Sektörü’ne karşı set oluşturduğundan, Gümrük Birliği avantajlarından daha hâla istifade edilememektedir.

W- İlaç sektörünün Gümrük Birliğine alınması atlanmış mı gerçekten?

Ü.H.- Tam nasıl olmuş bilemiyorum, ancak netice bu şekilde. Türkiye’den AB’ye ilaç ihracatına kalktığınız zaman Sağlık Bakanlığımızın GMP sertifikası tanınmıyor. AB’de ithalatı yapacak şirketin Avrupa Sağlık Otoritesine müracaatı neticesinde umumiyetle 2 sene bekleme süresi sonunda ülkemizdeki ilgili imalat tesisi AB’den gelen yetkililer tarafından teftiş ediliyor ve 3 sene geçerli AB-GMP Sertifikası veriliyor. İhracata başlıyorsunuz ama gönderdiğiniz her imalat partisinin AB’de yeniden analiz edilme mecburiyeti var. Bütün bu engeller, zaman kaybı ve maliyet artışına neden olarak haksız rekabet yaratıyor.  Avrupa ortalama standardının üzerinde teknolojik seviyeye sahip olan ülkemiz ilaç sektörü AB’ye ihracatta bu şekilde engellenmiş oluyor.

W- Dolayısıyla cari açık realitesi bu olsa gerek, bu ticaret anlayışını nasıl yorumluyorsunuz?

Ü.H.- Globalleşme varsa, liberal ekonomiye inanılıyorsa koruyuculuğa dayalı ekonomik politikaların izlenmemesi gerekir. İlaç da Gümrük Birliği kapsamına alınsa, bundan hem ülkemiz, hem de AB ilaç sektörü istifade edecektir.

W- Bu düzenlemeleri siz kontrol etmiyorsunuz. Başka karar verici mekanizmalarda var. Siz bunu istiyorsunuz ama karşı taraf ona göre davranmıyor, çözüm nasıl gelecek?

Ü.H.- Bu sıkıntılar uzun yıllardan beri hem sektörü temsil eden Türkiye İlaç Sanayi Derneği, İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası ve Türkiye Kimya Sanayicileri Derneği gibi kuruluşlar tarafından, hem de sektör mensupları tarafından bireysel bazda her fırsatta, her platformda dile getirilerek resmi otoritenin dikkatine sunuluyor. Ancak bugüne kadar bu konuda maalesef ilerleme kaydedilemedi, girişimler halen devam ediyor. Ülkemiz ilaç sanayiinin ayakta kalabilmesi için ihracat imkânının önünün açılması elzemdir.

W- AB-GMP teftişleri ile ilgili konuları görüştükten sonra FDA konusunda neler söylemek istersiniz?

Ü.H.- Öncelikle GMP (Good Manufacturing Practices) uygulamalarının ülkemizdeki geçmişini kısaca hatırlayalım.

Türkiye’de GMP 1984 senesinde Resmi Gazete’de yayınlandı. bir senelik uyum süreci verildikten sonra 1985 yılında da resmen devreye girdi. Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan GMP teftişleri neticesinde o tarihte Türkiye’de ilaç imalatı yapan 119 işletmeden 19-20 tanesi süresiz kapatıldı; herhalde merdiven altı imalat yapanlardı kapatılanlar. Büyük bir çoğunluğuna da GMP şartlarına uymaları için süre verildi. Bu teftişlerin ardından şartlara uyum sağlanabilmesi için ilaç sektörüne özel teşvik uygulamaları başladı. Ülkemiz ilaç sanayii kendisini o dönemde çok yeniledi. O yenileme neticesinde dünyaya ihracat yapar hale geldi. İhracat ufku genişledi ve biraz önce bahsettiğimiz hale de aslında temel olarak o teşvik uygulamaları ile geldi; yani Avrupa’daki standartları yakalaması öyle mümkün olabildi.  Şu anda Türkiye’de uygulanan GMP Kılavuzu, AB GMP kılavuzunu referans almaktadır.
Ancak Türkiye’de Bakanlık tarafından yapılan denetimlerin diğer ülkelerce de tanınması için, ülkemizin PIC/S (Pharmaceutical Inspection Co-operation Scheme) üyeliği büyük önem taşımaktadır. Sağlık Otoritemizin 3 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleştirdiği başvurunun tüm Bakanlıklarımızca desteklenmesini diliyoruz.
AB Sağlık Otoritesi EMA ile FDA arasında harmonizasyon çalışmaları son senelerde hızlı bir şekilde devam ediyor. Henüz karşılıklı tanıma aşamasına gelinmemiş olmasına rağmen, ülkemizde FDA teftişinden başarıyla geçip FDA sertifikasına sahip firmalar da bulunmaktadır.  Bu durum gene ülkemiz ilaç sektörünün gücü hakkında önemli bir fikir vermektedir.

W- Özellikle 2000-2010 arası yabancı firmaların ülkemiz ilaç pazarına ilgisi çok arttı, birçok yerli ilaç firmasını satın aldılar veya ortak oldular. Ancak zaman içinde çekilenler de oldu. Bu da işin başka bir paradoksu. Bizim önümüzde Hindistan, İrlanda ve Güney Kore gibi yaşanmış örnekler varken, biz niçin sadece yurt içinde kaldık?

Ü.H.- Evet, özellikle Hindistan konusu ele alınması gereken bir konu. Zaten Türkiye’nin neyi, neden, niçin, nasıl yapamadığının cevabı Hindistan uygulamalarında mevcut. Bu nedenle Hindistan uygulamalarının örnek alınmasında fayda var. Hindistan’da ilaç sektörü bir devlet politikası, çok önemli devlet desteği ve teşviği söz konusu. Uygulanan bu teşvikler nedeniyle fiyat açısından Hindistan ile rekabet edebilmek çok güç. Bu konuda geçmişte Hoechst döneminde yaşadığım bir tecrübe söz konusu. O dönem Hoechst, bir ilacını tüm dünya pazarı için tek bir işletmede çok yüksek miktarda üreterek düşük birim maliyet ile rekabet şansını artırmak istiyordu. Bu proje için Hindistan ve Türkiye’deki işletmelerini öngördü ve her iki fabrikasından da teklif istedi. Biz bu imalatı kesinlikle ülkemize kazandırmak istiyorduk. Ancak öte yandan karşımızda Hindistan gibi düşük maliyetli bir rakip olduğundan maliyetlerimizi azami derecede aşağıya çekebilmek için sendikanın da bu konuda desteğini arkamıza alarak, ihracat amaçlı özel işçilik ücretlendirmesi de dahil olmak üzere imalatta mümkün olabilecek her türlü rasyonalizasyon tedbirini planlayarak çok atraktif bir fiyat oluşturduğumuzu düşünmemize rağmen işi maalesef alamadık.

5-6 yıl sonra öğrendim ki, aslında Hindistan rakamlarını yakalamışız ama işi yine de alamamışız. Neden? Çünkü Hindistan, ilaç ihracatına sübvansiyon uyguluyormuş. O dönemde %30 gibi bir rakam, düşünebiliyor musunuz? Yani 100$’lık ihracat yapıyorsunuz, devletten 30$ teşvik alıyorsunuz. Hindistan’daki tesis bu devlet sübvansiyonunu fiyatına yansıtmış. 30’un 20’sini vermiş, 10’u yine kendine kalmış. Bakın devlet desteğinin etkisini görüyorsunuz. 20 sene öncesinde Hindistan’ın ilaç sanayisi, Türkiye’ninkiyle kıyaslanamayacak haldeyken, bugün nerelere geldiğini hepimiz biliyoruz.

W-  Bir Hindistan olamadık belki ama Türkiye şu an itibariyle gelecekteki duruma mentalite olarak hazır mı: Dernekler açısından, sanayi yönünden, akademik yönden ve devlet açısından, tüm paydaşlar olarak? Devlet bir politika oluşturmaya başladı mı? Geleceğe nasıl bakıyorsunuz?

Ü.H.- İlaç sektörünün diğer sektörlerden ayrılan, kendine has bir durumu var. Liberal ekonomi dediğimizde bir şeyi üretirsiniz, arz-talep dengesi içerisinde fiyatlandırıp piyasaya sunarsınız, değil mi?  Ama ilaç sektörü böyle değil. İlacı üreten özel sektör, en büyük alıcı devlet, fiyatı belirleyen yine devlet; yani müşteri fiyat belirliyor. Burada bir çelişki mevcut. Sadece ülkemizde değil, hemen hemen tüm ülkelerde gelişen sosyal güvenlik sistemleri içinde ilaç giderleri devletlerin bütçelerinde önemli bir gider kalemi oluşturduğundan fiyat konusunda muhtelif regülasyonlar mevcut. Dolayısıyla fiyat kontrol mekanizmalarının oluşturulması sadece ülkemize has bir durum değil, burada mühim olan oluşturulan sistemlerin sürdürülebilir olmasını sağlamaktır.  Sürdürülebilir politikalar uygulamayarak aşırı fiyat baskısı ile yerli imalatın geleceği sağlanamazsa, sosyal ve stratejik bir ürün olan ilacın gitgide ithal ağırlıklı hale gelmesiyle maalesef fiyat kontrolü imkânı da ortadan kalkmış olur.

W- Yerli üretim için kamu tarafından alınmış  kararlar var: Stratejik sektör ilanı, Ar-Ge teşviki , Tübitak teşviki, ihtiyaç olan ilacın yerli üretimine 7 yıl alım garantisi (!) vd… Size göre teşvik ve destekler yeterli mi ve teşvikler rekabetteki ülkelere benzer midir?

Ü.H.- Evet, oluşan sıkıntı tüm kesimler tarafından artık algılanmış durumda. Bu nedenle bazı önlemler alınmaya başlandı. Fiyatı çok düşük olan 11 TL’nin altındaki ürünlerde fiyat indirim ve SGK iskonto oranlarında belli bir iyileştirilme sağlandı. ‘İlaç Üretiminin Yerelleştirilmesi’  hedefiyle, yerli eşdeğeri bulunan ithal ürünlerin SGK geri ödeme kapsamından çıkarılması ile ilgili çalışmalar da başladı. Bütün bu tedbirler gayet tabii ümit verici ama yeterli değil. Son 5-6 senede ülkemiz ilaç sektörü çok kan kaybetti, firmalarda kadro daralmaları yaşandı, yatırım ve Ar-Ge projeleri olumsuz etkilendi, tecrübe birikimi kaybedildi. Ar-Ge teşvikleri özellikle TÜBİTAK teşvikleri çok güzel uygulanıyor ancak üzücü olan devletin bu fedakârlıklarının aslında gene devletin uygulamaları nedeniyle istenen neticeyi verememesidir. Örnek olarak hem ithalatın ikamesi, hem de ihracat imkânı yaratmak için bir ürünün ruhsatlandırmasıyla ilgili olarak TÜBİTAK teşviği alınabiliyor. Ancak ruhsatlandırılan ürünlerin önemli bir bölümü ya fiyat problemiyle piyasaya verilemiyor veya ihracat söz konusu olduğunda menşei ülkede piyasada bulunma şartı arandığından, buna karşılık SGK geri ödeme listesine girebilmek ruhsattan sonra bir seneden fazla bir süre gerektirdiğinden, ihraç da edilemiyor. Dolayısıyla verilen teşvik de maalesef hedefine ulaşamamış oluyor. İlaç sektörünün stratejik sektör olarak deklare edilmesi çok güzel, ancak başarılı olabilmek için devlet kurumlarının ortak hedef doğrultusunda koordine olmaları ve bu konuda başarılı olmuş ülkelerin yaptıklarını örnek almaları gerekir.

W- Yeni fiyat tebliği, sabit kur uygulaması ve diğer uygulamalardan mutlu olduğunuzu düşünmüyorum, yılların sanayicisi olarak bu tablo ile karşılaşacağınızı çok önceleri düşünmüş müydünüz?

Ü.H.- Demin de bahsettiğim gibi, ilaç sosyal ve stratejik bir ürün. Bu nedenle devletlerin sosyal hizmet anlayışları açısından çok özel bir yere sahip ve devlet bütçeleri içinde önemli bir kalemi oluşturuyor. Gayet tabii belli denetim mekanizmaları olmalıdır, zaten bu hususa karşı çıkılmıyor. Burada esas olan kurulan sistemin ülke menfaatine sürdürülebilirliğinin sağlanmasıdır. Mevcut sistemde ülkemiz yerli ilaç sektörünün gelişmesi bir tarafa, ayakta durabilmesi sorgulanabilir hale gelmişsse çok acil ve etkili değişiklikler gerekir. Ülkemizin köklü bir sektörü olan ilaç sektörümüzün bu hale gelebileceğine ihtimal vermek pek mümkün değildi. Ancak ben gene de sektörün önemine istinaden kısa sürede ileriye tekrar ümitle bakabilmemizi sağlayacak önlemlerin alınacağına inanıyorum, bu yönde yukarda belirttiğim üzere bazı adımların atıldığını da görmeye başlamış bulunmaktayız. Bu adımların arkası gelecektir diye ümit ediyoruz.

Paylaşım devamı ‘İlaç Mühendisliği ve ISPE’ için tıklayınız